Blog

20 Ağustos 2011

Gezginder Fransız Alplerinde

5 Ağustos 2011, Cuma

Bir önceki gece Kamil Koç’un gece seferiyle AŞTİ’den yola çıktık. Dernekten Ömer Çetinkaya ve Hüseyin Bozkurt ve arkadaşların yakınları bizleri uğurlamak için gelmişler. Herkes neşeli, ama hepimizde biraz tedirginlik de var. Ne de olsa GEZGİNDER olarak bilmediğimiz bir coğrafyada yürüyüşe gidiyoruz. Eşyalarımız (çadır, mat, uyku tulumu, sırt çantaları) bayağı yüklü gözüküyor. Acaba Pierre’in kiraladığı araç bunları alabilecek bagaj kapasitesine sahip mi?

Otobüs yolculuğumuz Esenler’de sona erdi. Çay ve simitle hızlı bir kahvaltıdan sonra Kamil Koç’un servisiyle Atatürk Havalimanı’na geçtik. Bagajlarımızı sorunsuz bir şekilde verip uçak saatini beklemeye başladık. İstanbul’dan içinde sadece 16 yolcu olan bir THY uçağı ile Torino’ya geldik. Rahat bir yolculuk oldu. Torino Havaalanında bizi Pierre karşıladı. Gezimiz boyunca bizi taşıyacak araç bir Ford minibüs. Korktuğumuzun aksine araç bütün bagajımızı aldı. Biz de (Pierre’le birlikte toplam 11 kişi) sıkışarak da olsa oturduk.

İlk hedefimiz Torino’da biraz dolaşmaktı, ancak çevre yolundan şehir merkezine gidiş için gereken çıkışı kaçırınca Garda Gölü’ne doğru devam etmeye karar verdik. Aracı Pierre kullanıyor. Milano’yu geçtik. Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuktan sonra iki gece geçireceğimiz, Garda Gölüne 7 km mesafedeki Bedizzole adlı küçük kasabaya geldik. Pierre’in önceden rezervasyon yaptırdığı pansiyonu bulduk (Bunlar İngilizcedeki adıyla Bed and Breakfast, kısaca B&B olarak biliniyor). Bahçe içinde güzel büyükçe bir evin güler yüzlü, Fransızca ve İngilizce konuşan ev sahibesi buyur etti bizi. Ev zevkle döşenmiş, çok hoş bir yer. Bahçesi de keyifli. İncir ağacının meyvelerinden hemen tattı arkadaşlar. Geceliği kahvaltı dâhil adam başı 25 avroya burada kaldık. Pansiyona eşyalarımızı bıraktıktan sonra serinlemek için İtalyanın en büyük gölü olan Lago di Garda’ya doğru aracımızla yola çıktık. Adı her nasılsa bende aşinalık uyandıran Maderno’da göle girdik. Gölün suyu soğuk değildi. Denizlerimizin tuzlu suyuna alışkın benim için gölde yüzmek pek keyifli olmadı. Yine de dün gece başlayan yolculuğun yorgunluğunu atmış ve serinlemiş olduk. Kıyıda genellikle Almanya ve Hollanda gibi ülkelerden gelen turistlerin ailecek kamp yaptıkları kampingler dikkat çekiyor. Ancak gölün kıyısında burjuva ailelerin sayfiye evi olarak inşa ettikleri çok zevkli eski yapılar da mevcut. Göl sefasından sonra Bedizzole’ye geri döndük. Akşam yemeğimizi ev sahibemizin tavsiye ettiği bir yerde yedik. Risotto, et, salata, tatlı ve şaraptan oluşan lezzetli ve doyurucu bir yemek yedik (adam başı 22 avro).

6 Ağustos 2011, Cumartesi

Güzel bir kahvaltıdan sonra, ikinci gece için yeri olmadığından sevimli ev sahibemizin bize bulduğu diğer pansiyona geçtik. Büyükçe bir bahçe, bahçede çeşitli meyve ağaçları (nar, incir, armut), çok yaşlı bir sedir ağacı, pansiyon olarak kullanılan kule biçiminde bir yapı ve içinde ev sahiplerinin yaşadığı (sonradan 17. yüzyıldan kalma olduğunu öğrendiğimiz) görmüş geçirmiş olduğu her halinden belli eski bir ev var. Pansiyon olarak restore edilen kule biçimindeki yapının zemin katı mutfak ve yemek salonu, üst katlarda odalar var. Kalabalık bir ekip olduğumuz için odalarda üçer dörder kişi kalıyoruz. Biz, Minadiye ve Gürsu ile aynı odadayız.

Pansiyona yerleştikten sonra gölün güneyinde yer alan Sirmione Yarımadası’na doğru yola çıktık. Sirmione bir kalem gibi sahilden gölün içlerine doğru uzanıyor. Önce yarımadanın tam ortasında yer alan Scaligera Kalesi’ni gezdik. Kalenin en yüksek kulesine 166 basamaklı bir merdivenle çıkılıyor. Oradan manzara muhteşemdi. Bol bol fotoğraf çektik. Daha sonra yarımadanın en uç noktasında yer alan M.Ö. 1. yüzyıldan kalma Roma harabelerini gezdik. Burası bir açıkhava müzesi. Zengin bir Romalı ailenin yaptırdığı müthiş bir yazlık saray (villa) kalıntısı. Romalı şair Catullo’nun olduğu rivayet ediliyor. O nedenle de “Grotte di Catullo” diye anılıyor. Çok etkileyici ve güzel bir mekân. Çok da güzel düzenlenmiş ve tabii çok bakımlı. Catullo Latince yazan şairler arasında en çok bilinenlerden birisi. Sevgilisi Lesbia’ya diyor ki: “Öpüşelim, binlerce defa, sonra binlerce defa daha, yüzlerce kez ve yine yüz binlerce, o kadar çok öpüşelim ki sayısını karıştıralım, kötü gözler bize nazar değdiremesin.”

Sirmione’den ayrılıp gölün kuzeybatısında yer alan manzarası ile ünlü Montecastello Manastırı’na yöneldik. Çok dar ve dik bir yol bizi göle hâkim sarp bir tepenin üstünde inşa edilmiş manastıra çıkardı. Aracımız bu çok dar yola çok zor sığdığı için çıkarken epey zorlandık. Biraz daha aşağıda yer alan park yerinde aracı bırakıp yukarı yürümek herhalde daha akıllıca olurdu. Manastırın bu tür yerlere özgü gizemli bir havası vardı. Manastırın bahçesinde bir şeyler içip biraz soluklandıktan sonra yine manzarası ile ünlü Pieve di Tremosine’e geçtik. Gölden 423 metre yüksekte ve nerdeyse 90 derecelik bir açıyla yükselen bir kaya kütlesinin üstüne kurulmuş Pieve köyü. Köyde sadece bu amaçla kurulmuş teraslardan manzarayı izledik. Herkes bol bol fotoğraf çekti. Gölün doğu kıyısındaki Baldo Dağının ve batı kıyısında yer alan komşu Campione’nin buradan görünümü çok etkileyiciydi. İnsan aşağıya bakarken dizlerinin titrediğini hissediyor. Pieve’den sonra sürücülük görevini ben devraldım ve kayalar oyularak yapılmış çok dar bir yoldan geçerek kazasız belasız Bedizzole’ye geri döndük. Akşam yemeğinde Pierre ve Cemalettin’in yaptığı nefis tortinelliyi yedik. Yakındaki ünlü İtalyan kenti Verona’yı gezmeye karar verdiğimiz için Bedizzole’deki kalışımızı bir gece daha uzattık.

7 Ağustos 2011, Pazar

Sabah kahvaltıdan sonra 35 km doğudaki Verona’ya doğru yola koyulduk. Hava yine güzeldi. Gezilecek, görülecek mekânlarda indirim sağlayan Verona kartı aldık ve gezimize Verona Arenası ile başladık. Biz Arenayı gezerken akşam burada sahneye konulacak Verdi’nin Aida Operası için vinçler de kullanılarak dekorlar yerleştiriliyordu. Arkadaşların bir bölümü Arena’ya giderken epey geride kalmışlardı. Sonradan bu gecikmenin sebebinin uluslararası bir tiyatro festivali için Verona’da bulunan Tarık Akan, Bülent Kayabaş’ın da aralarında olduğu bir grup Türk sanatçıyla karşılaşmış olmaları olduğunu anladık. Binnur’la geçen gelişimizde (1999) olduğu gibi, Shakspeare’in eseri Romeo ve Juliet sayesinde dünya çapında ün kazanmış olan, Capuleti Evi yine çok kalabalıktı. İnsanların fotoğraf çektirmek için sıraya girdikleri avludaki Juliet heykeli ve Juliet’in balkonunda ben de epeyce fotoğraf çektim.

Daha sonra Lamberti Kulesi’ne çıkıp nefis kent manzarasını izledik. Verona,  meydanları, meydanlarını süsleyen güzel havuzları, çeşmeleri, ortaçağdan kaldığı halini koruyan konakları, avluları, dar sokaklarıyla çok hoş bir kent. Ayrı bir kent kimliği var ve Veronalılar da bu kimliği korumak için ciddi çaba gösteriyorlar. Bu çabanın sonucu da her yıl kenti ziyaret eden milyonlarca turist olarak Veronalıların yüzünü güldürüyor. Beni en çok etkileyen eser ise Veronanın bir meydanında karşımıza çıkan İlahi Komedya yazarı Dante Allighieri heykeli oldu. Şair bu heykelde düşünceli bir ciddiyetle karşımıza çıkıyor. Çok sahici, o nedenle de çok etkileyici geldi bu heykel bana. St. Anastasia Katedrali’ni de gezdikten sonra arkadaşlarla buluşacağımız Arena’ya Adige Nehri kıyısı boyunca yürüyerek döndük. Bütün güzel kentler gibi Verona’nın da içinden bir nehir geçiyor ve nehir üzerinde yapılmış köprüler şehre ayrı bir hava katıyor. Öğle yemeğini sakin bir sokakta bir pizzacıda yedik. Akşamki Aida gösterisini izleyip izlememek konusunu aramızda tartıştık. Saat dokuzda başlayacak operayı izlemek için çok yorgun olduğumuza karar verince dönüşe geçtik. Pierre’in önerisi üzerine akşamüzeri yolumuz üzerindeki Peschiera’da göle girip serinledik. Oradaki kafede bir şeyler yiyip içtik. Akşam için süslenip püslenerek yakınlarda bir yerlerdeki partiye katılmak üzere kafeye gelen İtalyan gençlerini izledik. Saat dokuza doğru Bedizzole’deki son gecemizi geçireceğimiz pansiyona döndük. Yarın Alplere doğru yola çıkıyoruz!..

8 Ağustos 2011, Pazartesi

Ev sahibemiz Bayan Virginia Ongaretti ile birlikte fotoğraf çektirdikten sonra saat 9.30 gibi Bedizzole’den ayrıldık. Rahat bir yolculukla Milano üzerinden ünlü Aosta Vadisi’ni geçerek İtalya’nın Alplerin ayağındaki şehri Aosta’ya geldik. Vadide herhalde ortaçağlarda vadiden geçen yolu kontrol amacıyla yapılmış pek çok kale/şato gördük. Aosta, İtalya’yı kuzeybatıya bağlayan önemli bir geçit üzerinde olduğu için Roma döneminden kalma hatırı sayılır sayıda ve nitelikte eser var. İmparator Augustus adına yaptırılmış bir zafer takı, amfi tiyatro, kent kapısı ve çok sevimli bir köprü dikkat çekiciydi. Zafer takı ile birlikte kente doğudan gelenleri karşılayan iki yüz yıllık çınar da Aosta’dan bende kalan canlı bir izlenim oldu.

Biraz mutfak alışverişi de yaptıktan sonra Alplerin İtalya bölümünü aşıp Fransa bölümüne doğru tekrar yola koyulduk. İtalya’yı Fransa’ya bağlamak üzere inşa edilmiş ünlü Mt. Blanc tünelinden geçmektense (çok pahalı olduğu için) dağları yukardan aşan Petit St. Bernard Geçidini kullanmaya karar verdik. İtalyanların Monte Bianco olarak adlandırdıkları Mt. Blanc’ın hemen gölgesindeki ünlü kayak merkezi Courmayeure geldik. Buraya gelirken coğrafya birden çok sarp bir görünüm aldı. Courmayeur’e asıl geliş amacımız Avrupa’nın en yüksek dağı olan Mt. Blanc’ı yakından görebilmekti. Ama Monte Bianco/Mt. Blanc mahcup bir günündeydi, zirvesini göstermedi bize.

Daha sonra İtalya’yı terk edip 2188 metrelik Petit St. Bernard geçidini aşarak Fransa’ya geçtik. Geçide tırmanırken ve geçitten aşağı vadiye inerken yol çok dönemeçliydi. Doyumsuz Alp manzaraları eşliğinde ancak akşamüstü asıl etkinliğimizi gerçekleştireceğimiz, Pierre’in ailesinin evinin bulunduğu Pralognan la Vanoise’e geldik. Ev küçük fakat çok kullanışlı geldi bize. Köy de akşam saatlerinin dinginliğinde gözümüze çok sevimli gözüktü. Saat geç olduğu için çadır kurma işini ertesi güne bırakıp ilk gece 11 kişi Bastin ailesinin evinde kaldık.

9 Ağustos 2011, Salı

Sabah çadırda kalacak arkadaşlar için çadırları kurmak üzere Pierre’in daha önce rezervasyon yaptırdığı belediyeye ait kampinge gittik. Çok güzel düzenlenmiş bir kamping. İnsanlar çadırlarında, karavanlarında çoluk çocuk kalıyorlar. Ortam tertemiz ve sessiz. Kamp alanı sırtını vadiyi çevreleyen dağlardan Grand Marchet’e vermiş. Bu dağ 800 metre yüksekliğinde bir duvara sahip ve muhteşem bir görünümü var. Çadır alanı olarak bize tahsis edilen parseli bulup çadırları kurduk.

Daha sonra ilk günkü yürüyüş programını uygulamak için Refuge du Col de la Vanoise’e doğru yola koyulduk. İnsanların zor tabiat şartlarında yaz kış sığınacakları dağ evlerine burada “refuge” adı verilmiş. Buralarda önceden rezervasyon yaptırarak kalmak ve böylece çevrede yer alan yüksek dağlara tırmanmak veya birkaç gün sürecek trans niteliğinde etkinlikler yapmak mümkün. Dağcılar ve yürüyüşçüler için temel ihtiyaçların tamamı buralarda karşılanabiliyor. Yürüyüş sırasında bir vadi boyunca yavaş yavaş yükseldik. Hava yer yer kapalı, yükseklerde şiddetli bir rüzgâr var ve bu yürüyüşü biraz zorlaştırıyor. Yürüyüş büyük ölçüde Fransa’nın 1960’larda ilk kez ilan ettiği milli park olan Vanoise Milli Parkı’nda geçiyor. Yolda insanlardan kaçmayan bir yer sincabı türü olan ve bizde bulunmayan marmot’lara rastlıyoruz. Ağaç sınırını aştıktan sonra Alp florasını daha yakından gözleme şansını buluyoruz. Çançiçekleri, bizdeki sığırkuyrukları gibi görkemli sarı jentiyanlar, daha önce görmediğim cins çiçekler var. Bolca fotoğraf çekiyorum. İlk kez gördüğüm bir başka beyaz çiçek dikkatimi çekiyor. Bunun adının “edelweiss, Leontopodium alpinum” olduğunu, bu dağlara özgü endemik bir tür olduğunu ve yok olma tehlikesine maruz bulunduğunu sonradan öğreniyorum. Bir gaflet içinde fotoğrafını çekmeyi ihmal ediyorum ve buna sonradan çok pişman oluyorum, çünkü daha sonraki yürüyüş güzergâhlarında bir daha edelweiss görmek mümkün olmuyor. Hava şartları nedeniyle tahminimizden daha zor geçen bir yürüyüşten sonra 2517 metre yükseklikteki dağ evine ulaşıyoruz. Binnur da yüksek irtifa ve rüzgâr nedeniyle nefes almakta biraz zorlandı, ama sonuçta dağ evine başarıyla vardı. Yol boyunca gördüğümüz Aiguille de la Vanoise (2796 m.), Vanoise Buzulu, Petit Mt. Blanc (2533 m.) ve tabii haşmetli Grande Casse (3856 m.) gibi yüksek ve ünlü zirveler başımızı döndürdü. Dağ evinde soba başında bir şeyler içip ısındık. Buraya kadar dikkatimizi çeken bir başka husus da yürüyüş patikalarının çok özenli bir şekilde belirlenmiş olması, işaretlemenin ve yön tabelalarının yerleştirilmesinin kaybolmayı nerdeyse imkânsız kılacak tarzda yapılmış olması ve bu olanaklardan yaşlı-genç, kadın-erkek, çoluk-çocuk ayrımı olmaksızın herkesin çok yaygın bir biçimde yararlanıyor olması. İnsanlar büyük bir keyifle ve merak duygularıyla dolu olarak tabiatın ve milli parkın tadını çıkarıyorlar. Dağda karşılaştığımız insanlar hep güler yüzlü, hep nazik, asla selamı esirgemiyorlar.

Dönüş yolunda içine taş plakalar döşenerek patika oluşturulmuş Lac des Vaches’den (İnekler Gölü) geçiyoruz. Çevrede eriyen buzul sularının oluşturduğu görkemli şelaleler var. Bu güzel görüntüler eşliğinde 7 saat süren ilk günkü yürüyüşümüz bindiğimiz teleferiğin bizi ulaştırdığı ve yürüyüşe başladığımız nokta olan, köyün hemen üstünde yer alan Les Fontanettes’de sona eriyor. Hava düzeldiğinden buradaki kafede biraz güneşlenip sohbet ediyoruz ve eve dönüyoruz. Kahvaltıları ve yemekleri kampingde kalan arkadaşlar da dâhil olmak üzere hep beraber evde yapma kararı almıştık. Bulgur pilavı (bulgur Türkiye’den özel olarak getirildi), mantar sote ve salatadan oluşan akşam yemeğini hep beraber yedikten sonra dinlenmeye çekiliyoruz.

10 Ağustos 2011, Çarşamba

Kahvaltı sonrası araca biraz benzin almak, bir süredir arıza sinyali veren aracı tamirciye göstermek için köyün benzincisine gittik. Fren balatalarının değişmesi gerektiğini öğrendik. Bir sonraki gün için randevu aldık. Sonra Pierre’in kendi aracını da alarak iki araç kaya tırmanışı yapmayı planladığımız ünlü kayak merkezi Courchevel’e doğru yola çıktık. Pierre kendi arabasını ben de Pierre’in deyimiyle “servis”i kullandık. Courchevel’i geçtikten sonra kaya tırmanışı alanının olduğu orman içinde güzel bir göl kıyısındaki La Rosiére’ye geldik. Burada genel olarak “via ferrata” olarak adlandırılan tırmanış yapacağımız kayalıklara geldik. Via ferrata İtalyanca bir deyim. Demir yol anlamına geliyormuş. Tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşında Alplerdeki ikmal kanallarını açık tutmayı amaçlayan İtalyan ordusunun ilk kez kurduğu bu tesislerde ayak basmak ve tutmak için kullanılan demir tutamaklar kayalara çok sağlam bir şekilde çakılıyor. Tırmanış yapılan alanda emniyet kemerinin takıldığı çelik halat bulunuyor. Böylece kaskını ve emniyet kemerini takan herkes bu çelik halata bağlanarak via ferrata’yı kat ediyor. Via ferrata’ların zorluk derecesi ve uzunluğu değişiyor. Bütün Alplerde bunlardan çok sayıda yapılmış. Böylece insanlar kendi beceri ve cesaretlerine uygun olan via ferrata’yı seçerek bu tesislerden ücretsiz ve herhangi bir gözetim olmaksızın yararlanıyorlar. Bizim tırmandığımız via ferrata daha çok yeni başlayanlara yönelik bir parkurdu. Tek ip üzerinden geçiş (maymun köprüsü) ve vadiyi aşan asma köprü bizim etkinliğimizin en heyecanlı bölümünü oluşturuyordu. Etkinlik iki saat kadar sürdü ve baştan sona adrenalin yüklüydü. Bizim etkinliğimize grup üyelerinin tamamı katıldı. Herhangi bir sıkıntı olmaksızın parkuru tamamladık. Herkes çok keyif aldı. Sonrasında güzel bir dere kıyısında piknik yaptık. Kaya tırmanışı konusunda bizden daha hevesli ve tecrübeli olan Pierre ve İpek başka etkinlikler yapmak için bizden ayrıldılar.

Grubun kalan üyeleri olarak öğleden sonrayı gezmeye ayırdık. Kayak merkezi olarak bütün dünyada haklı bir üne sahip olan Courchevel üç ayrı rakıma dağılmış ve bu rakımlara göre değişik adlar alıyor. Önce Courchevel 1850’de dolaştık. Biraz alışveriş yaptık. Daha sonra Courchevel 1550’deki 1992 Kış Olimpiyatları nedeniyle inşa edilen kayakla atlama merkezine gittik. Dünya Çim Kayağı yarışmaları nedeniyle düzenlenen kayakla atlama yarışlarını izledik bir süre. Pistin kıyısında dalgalanan bayraklar arasında ayyıldızlı bayrağımızı görmek hoş bir sürpriz oldu. Daha sonra 15 km ötedeki Isere nehri kıyısındaki Moutiers’e gittik. Moutiers eski ve görmüş geçirmiş bir kasaba. Buradan demiryolu da geçiyor. Kasabanın köklü bir geçmişi olduğu katedralinin görkeminden de belli oluyordu. Dönüş yolunda Bozel adlı kasabaya da uğradıktan sonra köyümüze akşamüzeri varmış olduk.

11 Ağustos 2011, Perşembe

Güzel bir gün. Pralognan’ı çevreleyen dağları birbirine bağlayan ve köyün batısında 2400 metre irtifada yer alan Col de la Grand Pierre’e yürümeye karar verdik. Köyün bulunduğu 1400 metreden 2400 metreye kadar yükseleceğiz. Bu yükseltide yer alan ve Pralognan vadisini Courchevel vadisinden ayıran sırt boyunca yürüyüp bir başka rotadan köye dönmeyi planladık. Yürüyüş önce orman içi bir patikadan tırmanma şeklinde başladı. 2000 metreye kadar yükselince ağaçlar seyreldi ve La Montagne adı verilen küçük köye/yaylaya ulaştık. Burada mola verdik. Manzara muhteşem. Daha önce sisler içinde zar zor görebildiğimiz Grande Casse bugün bütün ihtişamıyla karşımızda. Yayladan itibaren 1 saat süren zorlu bir tırmanışla Grand Pierre geçidine ulaştık. Manzara bu yükseltide bir başka güzelliğe sahip. Yükseldikçe, 50 km kuzeyimizde görünmeye başlayan Mt. Blanc zirvesini (4810 m.) tanıdım. Batıda Courchevel ve önceki gün adrenalin yüklemesi yaptığımız via ferrata da gözüküyor. Çok dar bir sırttaki patikadan, aksi yönden gelenlere yol vermek için uygun yerler arayarak yürüyoruz. Mt. Blanc zirvesi artık gayet belirgin olarak karşımızda. Biz de güzel havanın sağladığı bu imkânı değerlendirerek bol bol Mt. Blanc fotoğrafı çektik. Zeminin kalkerli bir yapısı olduğu için arazi sağımızda solumuzda su ve karın eriterek oluşturduğu irili ufaklı obruklarla dolu. İlginç bir görüntü. Yolda Mayısta Ağrı Dağına tırmanmış bir Fransız grubu ile karşılaştık. Başarılı bir tırmanış yapmışlar ve Türkiye’den iyi izlenimlerle ayrılmışlar.

İnişte Binnur’un diz problemi nüksetti. O nedenle oldukça yavaş bir tempoyla indik. Böylece vadi tabanında yer alan köyümüze 9 saatlik bir yürüyüş sonrasında kavuşmuş olduk. Pierre, Gürsu, Sabiha ve Gönül’den oluşan öncü grup bizden nerdeyse iki saat önce tamamlamış yürüyüşü. Bir bölümü köydeki havuza gitmişler, diğerleri de Pierre eşliğinde köyün yakınındaki kaya tırmanışı sahasına eğitime giderek değerlendirmişler bu süreyi. Binnur ve ben dinlenme seçeneğini tercih ettik. Yemek yedikten sonra köy içinde kısa bir yürüyüş yaptık. Daha sonra barda oturup yazışmalarımızı ve telefon görüşmelerimizi yaptık.

12 Ağustos 2011, Cuma

Güne biraz daha geç başladık. Niyetimiz yakınlardaki bir başka vadide yürümek. Bu amaçla Pralognan’a 15 km mesafedeki Champagny-le-Haut’e gittik. Burası da büyük bir kayak merkezi. Daha sonra yolun bitiminde güzel bir şelalenin olduğu park yerine aracı bırakıp Laisonnay d’en-Haut adlı köyden yürüyüşe başladık. Pierre basit ve kısa bir yürüyüş olacağını söylediği için yürüyüş ayakkabılarımızı ve batonlarımızı almadık. Sonra anlaşıldı ki bu pek de öyle Pierre’in söylediği gibi kolay bir yürüyüş değilmiş. Yürüdüğümüz vadi Grand Bec (3398 m.) ve Grande Casse (3855 m.) dağlarının kuzey yüzünde yer alıyor. Bu dağlardaki buzulların erimesiyle oluşan coşkulu şelaleler eşliğinde Cliére Dağ Evi’ne kadar yürüdük. Dağ evi küçük, fakat çok sevimliydi. Çok popüler bir rota olduğu anlaşılan bu parkurda her yaştan pek çok yürüyüşçü ile karşılaştık. Öğle yemeği için önceden hazırladığımız azıklarımızı dağ evinde yedik. Sonra biraz daha yükselip Grande Casse’ın buzulunu gördük. Bir saatlik bir tırmanışla buzulun ayağına kadar tırmanmak da mümkündü, ancak zaman darlığı ve donanımımızın da çok uygun olmaması nedeniyle o noktadan geri döndük. Bu noktada daha önce görmediğimiz 3653 metrelik Grande Motte zirvesini görmek de mümkün oldu. Dönüş yolunda ekip çevrede bolca bulunan ahududulardan yedi. Aracımızı bıraktığımız park yerinde biraz dinlendikten sonra köye geri döndük.

Ekibin bir bölümü köyün yakınındaki Fraiche Şelalesi’ndeki kayada bulunan via ferrata’ya tırmanmak üzere bizden ayrıldılar. Biz Binnur’la biraz alışveriş yaptık, köyde kurulmuş olan pazarı gezdik, çocuklara göndermek üzere kartpostal aldık. Sonra evde erken bir akşam yemeği yedik. Yemeği, günü evde geçirmeyi tercih eden Pelin ve Gönül hazırlamışlardı.

13 Ağustos 2011, Cumartesi

Sabah Gönül yamaç paraşütü (paragliding) yapmak üzere teleferikle vadiyi çevreleyen yüksek yaylalardan birine doğru yola çıktı. Biz de Pelin’le beraber ineceği yerde fotoğrafını çekmek üzere konuşlandık. Paraşütün önce vadinin yüksekliklerinden süzüldüğünü gördük. Hava durgun ve pırıl pırıl güneşliydi. İnişe yaklaşınca Gönül GEZGİNDER flamasını çıkardı, biz de Pelin’le bol bol fotoğrafını çektik (Etkinlik bedeli 75 avro).

Daha sonra Pralognan’ın hemen yanı başındaki Fraiche Şelalesi’ndeki ürkütücü via ferrata’da kaya tırmanışı yapacak arkadaşlarımızın yanına gittik. Çok yüksekten gürül gürül akan bu şelalenin yüksekliği 80 metre. Tırmananlar bu yüksekliği adım adım kat ederek en yüksek noktada, şelalenin üzerine kurulmuş maymun köprüsünden de geçerek varış noktasına ulaşıyorlar. Şelalenin uçuşan sularının zaman zaman kayganlaştırdığı kayaya tırmanmak hiç de kolay gözükmüyor. Ancak başta Pierre olmak üzere, İpek, Fatma, Gürsu ve Sabiha kayayı başarıyla tırmandılar (Fatma, Gürsu ve Sabiha’ya bu etkinlikte bir yerel rehber yardımcı oldu). Biz de aşağıdan arkadaşların fotoğraflarını çektik. Ancak seyretmesi bile heyecan verici bir etkinlikti. Etkinliği başarıyla tamamlayan arkadaşlarımızı başlarındaki rehber, vadiyi 450 metre uzunluğundaki bir çelik halatla aşan tel köprüden bu tele bağlı bir makarayla kaydırarak ödüllendirdi ve böylece etkinlik adrenalinin tavan yaptığı bu manzara ile son buldu.

Daha sonra evde öğle yemeği yeyip Pierre’in her zaman olduğu gibi kolay (!) olarak nitelendirdiği bir parkurda yürümek üzere Pont de la Penche denilen yaylaya gittik. Yürüyüşe servisi park ettiğimiz bu noktadan başladık ve dört saat süren, sıcak ve güneşten biraz bunaldığımız bir yürüyüşten sonra hedeflediğimiz 2474 metre irtifadaki Refuge de Peclet-Polset’e ulaştık. Buradan epeyce uzun bir buzul kulvarıyla ulaşılan Polset İğnesi’ni yakından görmek imkânımız da oldu. Burası gezimiz öncesi tırmanma programına aldığımız 3531 metre yükseklikte bir zirve. Zirveye ulaşmak için uzunca bir buzul geçişi yapıldığından bu tırmanış rehber ve özel donanım (krampon ve kazma) gerektiriyor. Dağ evine kadar gelen arkadaşlar (Cemalettin, Minadiye, Sabiha, Gürsu, Fatma ve ben) az ilerdeki Lac Blanc’a kadar yürüdük. Gölün manzarası huzur verici bir dinginliğe ve güzelliğe sahipti. Burada Polset’in eriyen buzullarının oluşturduğu bu göl manzarasını seyrettikten sonra dönüşe geçtik. Dönüşte bizi daha aşağılarda ekipten ayrılan Binnur ve Pelin karşıladılar. Bazı arkadaşlar yolumuz üzerindeki çiftlikten alışveriş yaparak buralara özgü bir peynir olan Beaufort peynirinden almışlar. Akşam eve hepimiz çok yorgun döndük. Ben erkenden yattım. Genç olan veya kendini genç hisseden arkadaşlarımız ise bugün başlayan Dağ Rehberleri Festivali nedeniyle sokaklarda çalınan müzik eşliğinde dans etmişler.

14 Ağustos 2011, Pazar

Festivalin ikinci günü. Hava geldiğimizden beri ilk kez zaman zaman kapalı ve hafif yağmurlu. Festival bu bölgenin (Vanoise) dağ rehberleri tarafından her yıl düzenleniyormuş. Köyün sakin sayılabilecek sosyal hayatını renklendiren bir etkinlik olduğu anlaşılıyor. Rehberlerin tamamı geleneksel yerel giysiler içindeler. Katılımcıların bir bölümü de yerel giysiler giymişler. Tören, 1950’li yıllarda bir dağ kazasında ölen bir rehberin anısına yaptırılan küçük anıta çiçek konulması ve saygı duruşu ile başladı. Rehberlerin ve diğer esnafın katıldığı geçit resminden sonra (köyün kilisesi yıkık durumda olduğu için) köy meydanında yapılan Pazar ayini, rehberlerin ve malzemelerin köyün papazı tarafından kutsanması ile devam etti. Sabiha da bu amaçla ta Türkiye’den getirdiği iplerini kutsatarak ve papazın sunduğu kutsal ekmekten yiyerek grubun diğer üyelerine fark atmış oldu. Günün kalan bölümünde köyün çeşitli bölümlerinde değişik gruplar müzik yaptılar. Bunlardan en ilgi çekici olanı birkaç metre uzunluğundaki “alp borusu” adı verilen müzik aleti ile yapılanıydı. Ayrıca elişi ağırlıklı bir pazar da kurulmuştu. Çevre köy ve kasabadan gelenlerle birlikte çok canlı, şenlik havasında bir gün yaşandı köyümüzde. Tamamen mahalli girişimlerle düzenlenen ve desteklenen sivil bir töreni izlemek bizim açımızdan çok ilgi çekiciydi. Resmi bir havası olmadığı için her şey (kilise ayini de dâhil olmak üzere) çok sahici geldi bize. Gönüllülük esasına dayalı bu tür beraberliklerin, etkinliklerin uygar bir yaşantının parçası olduğunu, insanların hayatına bir renklilik kattığını ve yerel dayanışmayı güçlendirdiğini kendi gözlerimizle görmüş olduk.

Bu günü arkadaşlarımızın büyük bölümü gibi biz de dinlenmeye ayırdık. Köyün çamaşırhanesinde çamaşır yıkadık (yıkama ve kurutma toplam maliyet 10 avro). Akşam saatlerinde köyün daha önce görmediğimiz yukarı mahallesinde gezindik, çiçekler içindeki güzel ve sevimli ahşap evlerin fotoğraflarını çektik. Köyün üzerine yavaş yavaş çöken akşam saatlerinin tadını çıkardık. Büyük Şairimizin sözünü ettiği “sarı sıcak pencereler” ardında saklı yaşantıları düşünerek akşamı ettik. Akşam yemeğini de hep beraber keyifle yedik. Yemeklerimize ve kaya tırmanışı etkinliklerine Pierre’in arkadaşı Alex de zaman zaman katılmaya başladı.

15 Ağustos 2011, Pazartesi

Rahatsız geçen bir geceden sonra yağmur ve sisli bir sabaha uyandık. Ancak öğleden sonra havanın yükseleceği tahmin ediliyor. Hava tahminlerinin kesinleşme oranı nerdeyse yüzde yüz. Tahminler köyün turizm bürosunun kapısına asılıyor ve o günkü etkinlikler için bütün yürüyüşçülere, dağcılara, kaya tırmanışı yapanlara yol gösteriyor. Havanın öğleden sonra düzelmeye başlaması nedeniyle evden çıktık. Pierre, Fatma, İpek, Gürsu, Minadiye ve Sabiha’dan oluşan bugünkü ekip Fransa’nın en yüksek via ferrata’sına çıkmayı amaçlıyor. Kalanlar da Courchevel civarında yürüyüş yapacak. Hep beraber Courchevel 1850’den teleferikle 2659 metre yükseklikteki La Vizelle’e çıktık. Burada gerçek bir Rodin heykeli (Düşünen Adam) karşıladı bizi. Oradan hemen yakındaki bir başka teleferik istasyonuna geçtik (La Saulire, 2738 m.). Bu istasyon Courchevel’e bitişik Meribel vadisine hizmet veriyor. Bu istasyonların tümünün yapım nedeni kayak sporuna imkân sağlamak. Pierre’in söylediğine göre burada birbirine bitişik üç vadide (Courchevel, Meribel ve Val Thorens) 350 km’den fazla uzunlukta kayak pisti bulunuyormuş. Bu kasabalarda hayat kayak üzerine kurulmuş. O nedenle bizim gördüğümüz Courchevel, özellikle akşam saatlerinde ölü bir kente dönüşüyor. Kafeler akşam saat yedide kapanıyor.

Kaya tırmanışı yapacak arkadaşlarımız son hazırlıklarını da tamamladıktan sonra Croix de Verdon (2739 m.) kayalıklarına doğru yöneldiler. Bizse oradaki panoramik bir kafede bir şeyler içtikten sonra yine teleferikle bir alt istasyon olan Verdons’a indik Buradan bir saatlik bir yürüyüşle Lac Blue’ye vardık. Oradan da patikaları izlemeksizin kestirmeden Courchevel 1850’ye indik. Burada kaya tırmanışı yapan arkadaşlarımızı bekledik. Tırmanış ekibinin gelişi akşam saat dokuzu buldu. Hepsi yorgun, ama bu zorlu tırmanışı başarıyla tamamladıkları için mutluydular. Sadece Minadiye’nin çarşak inişi sırasında zaten arızalı olan dizi incindiğinden biraz ağrısı vardı. Akşam bizi evde Gönül’ün yaptığı güzel yemekler bekliyordu. Neşeli bir ortamda yemek yedik. Bir kutlama havasındaki yemekten sonra şarkılar, türküler söylendi ve hepimiz o gece biraz geç yattık.

16 Ağustos 2011, Salı

Güne geç başlıyoruz. Yarın arkadaşların (Pierre, Cemalettin, Gürsu ve Sabiha) buzul tırmanışı olduğu için hazırlık yapıyorlar. Biz de daha hafif bir program uygulamaya karar verdik. Öğleden sonra Binnur, Fatma, Minadiye ve Gönül’le birlikte Pralognan yakınındaki Pont de Gerlon‘dan başlayıp güzel bir patikayla dağlara doğru yükselen bir rota izledik. Manzara mükemmeldi. Asıl amacımız Pierre’in sözünü ettiği, endemik bitkilerin koruma altında olduğu alanı bulmaktı. Ama galiba yanlış rotaya girdiğimiz için bu alanı bulamadık. İyice yükseldikten sonra ekip arkadaşlarım mola verdiler. Ben belki sözü edilen yeri bulabilirim umuduyla biraz daha tırmandım. Tırmandıkça Mey İğnesi‘ni (2845 m.) bütün görkemi ile çıktı karşıma. Ama bu rotanın aslında Petit Mt. Blanc (2533 m.) rotası olduğunu anladım. Epeyce fotoğraf çektim. Sonra beni bekleyen arkadaşların yanına döndüm. Böylece toplam dört saatlik keyifli bir yürüyüş yapmış olduk.

Eve döndüğümüzde buzul tırmanışı yapacak arkadaşlarımız çıkmışlardı. Hava güzel gözüküyor. Buzul tırmanışı için uygun bir hava olsa gerek. Ancak kendine özgü riskleri nedeniyle ekip bir yerel rehber eşliğinde yapacak tırmanışı (Rehber ücreti adam başına 110 avro). Biz de arabayla 120 km kuzeyde, hemen Mt. Blanc kütlesinin dibinde yer alan ünlü Chamonix‘ye gitmeye karar verdik.

17 Ağustos 2011, Çarşamba

Sabah 8.30’da yola çıktık. Aracı ben kullanıyorum. Ekipte Binnur, Minadiye, Fatma, Gönül ve Pelin var. Kuzeye doğru önce Albertville‘den geçip İtalya sınırına, büyük Mt. Blanc tünelinin olduğu noktaya doğru gidiyoruz. Bu yol aynı zamanda Cenevre üzerinden İsviçre’ye de ulaşıyor. Hava güzel, trafik yoğun. Önce bunun İtalya veya İsviçre’ye geçmek isteyenlerin oluşturdukları bir yoğunluk olduğunu düşündük. Ancak Chamonix’ye yaklaştıkça herkesin bizim gibi oraya yöneldiğini anladık. Park yeri bulmak ciddi bir sorun oldu. Ben araç için park yeri ararken diğerleri de bizi 3842 metre yükseklikteki Aiguille du Midi üzerinde inşa edilmiş istasyona çıkaracak teleferik kuyruğuna girdiler. Park yeri bulmak benim için çok zor oldu. Artık havlu atmak üzereyken şehir merkezine 15 dakika yürüyüş mesafesinde bir sitenin park yerine bıraktım aracı. Bir saatten fazla kuyrukta bekledikten sonra teleferik biletlerimizi adam başı 42,5 avro ödeyerek aldık. Allahtan biniş saatimiz önceden belli olduğu için (14.30) bu sürede kenti dolaşmak imkânımız oldu. Aksi takdirde teleferikten inip Cham‘ı (Chamonix’ye kayak müptelâlarının verdiği isim) hiç göremeden dönüş yoluna geçmiş olacaktık. Daha önce gördüğümüz kayak merkezlerine göre çok daha canlı bir yer burası. Çok sayıda turist var. Amerikalıların pek itibar ettikleri bir yer olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen kentin hemen yanı başında yükselen Mt. Blanc’ın getirdiği bir bereket bu. Dağcılar için bir Mekke burası. Her yıl binlerce kişi zirve yapıyor, ondan daha fazlası sağlamlığı ile ünlü kayalarına tırmanıyor, alpinistler durmadan dinlenmeden dağın her yanına çıkıyor, kamp kuruyor ve tabii bizim de yapacağımız ünlü teleferik seferini gerçekleştiriyorlar. Kent bu nedenle canlı.

Biraz dolandık, bir yerde oturup biraz soluklandık ve daha sonra bizi 1030 metredeki ana istasyondan 2317 metrede yer alan ara istasyona çıkaracak 72 kişilik teleferiğe bindik. Seyahatin bu bölümü Uludağ’daki teleferik seyahatini andırıyordu ve çok heyecanlı değildi. Ancak ara istasyonda beklerken uzaktaki Aiguille du Midi’ye bakıp heyecanlanmamak mümkün değildi. 1950’li yıllarda inşa edilen bu teleferik hattı bir mühendislik harikası olsa gerek. 2317 metredeki ara istasyondan arada herhangi bir dayanak noktası (pilon vs. gibi) olmaksızın tek bir salınımla çelik halat 3842 metredeki Aiguille du Midi adı verilen yalçın kayaların oluşturduğu zirveye ulaşıyor. Midi zirvesi çok sağlam kayalardan oluştuğu için teleferik ve oraya çıkan binlerce insanın çeşitli ihtiyaçlarının karşılanacağı tesisler zaman zaman bu kayalar oyularak yapılmış. Kafeteryalar, seyir platformları, hatta zirvenin en uç noktasına çıkan, kayalar oyularak yerleştirilmiş bir asansör bile var burada. Teleferik yukarı doğru tırmanmaya başlayınca yaşanan boşluk duygusunu tarif etmek güç. Özellikle 10 dakikalık seyahatin çok dik bir meyille (nerdeyse doksan derece) Midi kayalıklarına tırmanılan bölümünde dizlerimin titrediğini hissettim. Tabii bu yükseltiden çevrenin manzarası çok göz alıcı. Açık bir havada Mt. Blanc zirvesini (4810 m.), Fransa ile İsviçre arasında uzanan Jura Dağları‘nı, Alplerin İsviçre içinde kalan Matterhorn (4478 m.), Grand Combin (4314 m.) gibi zirvelerini görmek mümkün. Ayrıca hemen Midi zirvesinin yanı başındaki, pek çok kişinin bir anda tırmanış ve iniş gerçekleştirmesi nedeniyle Mt. Blanc Highway olarak adlandırılan sırt rotasından inen ve çıkan yüzlerce alpinisti, Midinin kayalıklarına tırmanan ve uzaktan karınca gibi gözüken dağcıları izlemek de mümkün buradan. İnsanlar platformda güneşleniyor, fotoğraf çekiyorlar. Binnur Emre’ye buradan bir kartpostal gönderdi. Ben de platformda oturup Mt. Blanc marka bir bira içtim. Bu istasyondan birkaç kişilik telekabinlere binip Dağın İtalya tarafına (Courmayeur) geçmek de olası. Ama zaman darlığı nedeniyle bunu yapmayı bir dahaki gelişimize bırakıyoruz. Mt. Blanc buzullarıyla da ünlü. Bulunduğumuz noktadan bu buzulların en büyüğü olan Bossons‘u da yakından görüyoruz.

Teleferikle yine önceden belirlenen saatte aşağıya inip dönüşe geçtik. Yorgun ama mutluyuz. Bu arada diğer grubun buzul tırmanışını başarıyla tamamladıklarını öğrenip daha da sevindik. Böylece Polset İğnesi (3531 m.) bir GEZGİNDER ekibi tarafından da fethedilmiş oldu. Evde herkes heyecanla günlük deneyimlerini paylaşıyor. Zirve yapan arkadaşlarımız çok mutlular. Teleferik yardımıyla 3842 metreye tırmanan bizler de mutluyuz.

18 Ağustos 2011, Perşembe

Pralognan’da son günümüz. Son günün telaş ve heyecanı var herkeste. Son dakika alışverişleri, eksik kalan işler, taze aşkların son gün halleri, vs. vs. Ben de bugün daha önce bulamadığımız özel bitki koruma alanını bulmak istiyorum. Öğleden sonra Binnur’la daha önce de gittiğimiz Pont de Gerlon tarafına gittik. Arabayı park ettikten sonra Pierre’den bu kez daha ayrıntılı aldığımız tarif uyarınca patikanın başlangıcını bulmaya çalıştık. Patika orman içinde yavaş yavaş yükseliyor. Yolda rastladığım ve aksi yönden gelmekte olan Fransız kadına aradığımız yeri sordum. Onlar da ailecek aradığımız yerden geldiklerini, dolayısıyla doğru yolda olduğumuzu söylediler. 10-15 dakika sonra herhalde Haziranda çiçekten deliye döndüğünü tahayyül edebildiğim alana geldik. Alana girişte Fransızca bir levha koymuşlar ve ender olan bir bitki hakkında bilgi vermişler. Bu tabeladan aradığımız bitkinin Fransızca adının “La Chardon Blue” olduğunu öğreniyoruz. Bitkinin özellikle kurumuş veya henüz çiçeklenmemiş hali bizim fescitarağına benziyor. Latince adı Eryngium alpinum. Çiçeklenmiş halinde dikenli üst kısmı mavi/mor arası çok göz alıcı bir renge sahip. Alt yapraklar iri ve yeşil. Dikensi bir görünümü olmasına rağmen bitkinin çiçeğinin çok polenli olduğu üzerine üşüşen arıların sayısından belli. Aradığımızı bulmanın keyfiyle epeyce bir fotoğraf çektim. Bu arada çok hareketli olması ve bir yere konmaması nedeniyle bir türlü fotoğraflayamadığım kavuniçi renkli küçük kelebeğin de nihayet fotoğraflarını çekebildim. Tam bu sırada makinenin şarjı bitti. Ama sevindirik bir halde eve döndük.

Makinenin bataryasını şarj ettikten sonra bu kez ben yalnız olarak çıktım evden. Amacım haritaya göre hemen kamp alanının üstünde olduğunu düşündüğüm Grand Marchet Şelaleleri‘nin fotoğraflarını çekmek. Şelaleler köyden göründüğü kadar yakın değilmiş. Orman içinde iki saate yakın tırmandıktan sonra yorgun bir halde şelalelere ulaştım. Gördüğüm manzara çektiğim sıkıntıya değdi. Yukarılardan Vanoise Buzulu‘nun erimesi ile oluşan şelale iki ayrı yerden aşağı doğru dökülüyor. İlki çok daha yüksekten iki ayrı basamak yaparak aşağıya doğru akıyor. İkincisi bulunduğum noktanın hemen karşısında dağın içinden kendine bir yer bulup kayaların arasından fışkırıyor. Olağanüstü bir görüntü. Bitki örtüsü çok yoğun ve arazi de çok sarp olduğu için şelalelere daha fazla yaklaşmak imkânsız. Yağmurun geldiğini ve akşamın yaklaşmakta olduğunu fark edince acele toparlanıp eve dönüyorum. Son akşam yemeğimizi neşe ile yedik. Herkes çok keyifli. Şarkılar, türküler söylendi. Sabah çok erken kalkıp Torino havaalanından kalkacak uçağımıza yetişmemiz lazım

19 Ağustos 2011, Cuma

Sabah erkenden bagajımızı yükleyip artık gezimizin ayrılmaz bir parçası haline gelen minibüse binerek yola çıkıyoruz. Dönüşümüz gelişimize göre daha güneyden olacak. Albertville, Aiguebelle, Orelle, Fourneaux, ve Frejus Tüneli‘ni geçerek İtalya’ya giriyoruz. Artık Alpler arkamızda kaldı. Havaalanına zamanında ulaşıyoruz. Telefonda konuşmaktan iş yapmaya pek vakitleri kalmadığı için son derecede ağır çalışan iki havaalanı görevlisi ile kapışmadan biniş kartlarımızı alıyoruz. Torino Havaalanı küçük ve vasat bir yer. Aracı tekrar Fransa’ya götürerek teslim edecek olan Pierre’le kahve içip sohbet ediyoruz. O bize göre daha fazla yorulacak. Hepimiz; ailesine ait evi bize açarak, aracı çok ucuz bir fiyata kiralayarak, bu aracı bizzat kullanarak, gerekli organizasyonu ve rehberliğimizi yaparak bu gezinin gerçekleşmesindeki en önemli katkıyı sağlayan Pierre’e müteşekkiriz. Sarılıp öpüşüyoruz, vedalaşıyoruz ve bizi yurdumuza götürecek THY uçağına binip rahat bir yolculuktan sonra İstanbul’a varıyoruz. Ekip burada dağılıyor. Bir bölümü İstanbul’da kalıyor, bir bölümü bizim gibi otobüsle Ankara’ya devam ediyor.

 

Gezi Maliyeti

Böyle bir geziyi yapacaklara Pralognan’daki belediyeye ait kampingi kuvvetle öneriyoruz (Camping Municipal Le Chamois, [email protected]). Hem çok ucuz, hem çok temiz, hem de çok güzel bir konuma sahip (Tuvalet, duş, çamaşırhane gibi imkânları da mevcut). Yaz sezonunda önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.

Kişi başına maliyet (herkesin kampingde kaldığı varsayımıyla) kabaca şunlardan oluşuyor:
Uçak (THY ile Torino gidiş-geliş): 550 TL
İtalya geceleme (3 gece): 210 TL
Araç kirası (11 kişilik Ford minibüs, geniş bagajı var): 425 TL
Yakıt ve otoyol/tünel geçiş ücreti: 125 TL
Pralognan kamping: 115 TL
Ortak yiyecek harcamaları: 625 TL
Muhtelif: 500 TL

TOPLAM: 2550 TL = 1020 Avro

Bu geziye ilişkin fotoğrafların yer aldığı albümlere aşağıdaki bağlantıları tıklayarak ulaşabilirsiniz:

 

İbrahim Semih BERBEROĞLU – Gezginder

Gezi Anıları

Yorum Bırakabilirsiniz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir